28 Ocak 1961
tarihinde, Toroslar’dan soğuk bir kış poyrazı kopup gelmiş. Katmış önüne Veysel
Kaptan’ın küçücük sandalını. Ölümün pençesinden kurtulmayı başararak Kıbrıs’a
sürüklenen Veysel Kaptan, bu kez de bir başka rüzgâra kapıldı, bahtının
rüzgârına. İlk kalp krizine yenik düştü, takvim yaprakları 28 Kasım 2008
Cuma’yı gösterirken. Götürüldü dostlarının omuzlarında sevgilim dediği mavi
suların karanlığına değil de sadık yâri kara toprağa. Böylece bir yıldız daha
kaydı Aydıncık’ta, ardında binlerce anı bırakarak. Mekânı cennet olsun!
Yoksulluğun
bir karayılan gibi boğazıma dolandığı öğrencilik yıllarımda, sürekli yardımıma
koştuğu için baba dediğim o sevgili ağabeyim Veysel Yalçıner, altmış altı
yıllık ömrüne neler sığdırmadı ki!
İlkokul
mezunuydu, Veysel Baba. Fransa’yı bile görmemişti ama Nicole (Nikol) adında bir
Fransız kadına duyduğu ilgi nedeniyle Fransızca öğrendi; okuyamazdı, yazamazdı
ama derdini çok rahat anlatırdı, denenleri de anlardı. Nicole ile tanıştığı
zaman, kadın onu “Pêcheur” ( Peşör- balıkçı) diye çağırdığı için, yıllar sonra
açtığı ve sahibi olduğu motele “Pêcheur” adını verdi. Yine Nicole, ilk kez onun
yaptığı balık çorbasını beğenip içtiği ve bir öpücükle ödüllendirdiği için de
her sabah yaptı balık çorbasını Veysel Kaptan.
Yaz
geceleri, Sancakburnu tarafında denizden doğan sini gibi ayı görünce Nicole’ü
anımsar; “La lün, se bo”(Ay, güzel) der, gidip doldururdu beyazını bardağına.
Ardından lokantasının terasına döner, sandalyesine oturur, ayaklarını da
çiçekliğe dayayarak “Sante, Nikol” (Şerefe, Nicole) der ve başlardı yudumlamaya
aslan sütünü.
İşte
Kaptan’ın seyir defterinden bir bölüm:
“… 1974
yazıydı. Fransız turistlerle akşam yemeği için sözleşmiştik. Onlara balık
çorbası yapacaktım. Büyükçe bir tencereye balıkları yerleştirdim. Üzerini
örtecek şekilde su koydum. İki defne yaprağı, biraz maydanoz ekledim. Tencere
ocakta. Bu sırada Nikol geldi. Balık çorbasının nasıl pişirildiğini görüp
öğrenmek istiyormuş. Yardım etmek istedi. Ben sarımsakla uğraşırken, ona şu
soğanları soy dedim. Soğan soymak tabi ki zor geldi, gözleri yaşardı. Ne o,
ağlıyor musun dedim. “No, se difisil” yani zor dedi. Ben de hemencecik
gözyaşlarını siliverdim. Gözümün içine şöyle bir baktı ve “Mersi” dedi. İşin
garip tarafı, ben daha yeni yeni Fransızca öğreniyordum, Nikol ise hiç Türkçe
bilmiyordu, bu nedenle anlaşmada zorluk çekiyorduk. Neyse çorba pişerken, acı
biberli, bol maydanozlu bir de çoban salatası yaptım. Nikol, tabakları,
kaşıkları ve çatalları götürdü. Diğer arkadaşlar da masayı hallettiler. Rakı,
şarap, bira ve meşrubat da koymuşlar masamıza.
Nikol,
yeniden yanıma mutfağa geldi. Çorbanın tadına bakmasını söyledim. Bol kimyonlu,
karabiberli, ekşili ve salçalı çorbayı görüp bir de tadına bakınca, “Hım, se
bon” yani çok güzel olmuş dedi. Beni mükâfatlandırmak için de yanağını bana
uzattı ve parmağıyla işaret etti. Ben de zaten bu kadarcık fırsat bekliyordum.
Hemen öptüm onu.
Çorba
hazırdı. Tencereyi alıp dışarı çıktım. Fransızlar da tabaklarını alarak sıraya
geçtiler. Nikol yanıma oturdu. Yedik, içtik. Ay doğuyordu, tepsi gibiydi. Nikol
aya baktı ve bana “La lün, se bo” dedi. Sesi öyle güzeldi ki ben de derinden
bir ah çektim. Çok güzel bir gece geçirdik.
Ertesi gün,
Sarıyar taraflarına gittik. Oralarda da çok güzel, tabi plajlar vardı. Kıyıya
çıktık. Turistlerin kimi pırıl pırıl kuma serildi, kimi böcek topluyordu kimi
de âşığıyla sevişiyordu. Ben, Nikol’e bakıyordum o da bana. Sanki göz göze
sevişiyordum. Bir şeyler diyecektim ama dilim yetmiyordu. İşte tam o sırada
dilimi koparıp bir tarafıma sokasım geldi. Daha fazla tahammül edemedim; hemen
maske, palet ve tüfeği aldım ve kendimi Akdeniz’in mavi sularına attım. Başka
çarem yoktu, bu ateşi ancak o söndürürdü. Orası öyle bir yer ki insan, vereme
hatta en ağır hastalığa bile yakalansa, deli veya âşık olsa, ancak o mavi
suların içinde tedavi olabilirdi.
Haziran 20,
bu yaz güneşinin yakıcılığı yetmezmiş gibi bir de Nikol’ün ateşi yakıyordu
beni. O masmavi sularda serinleyebildim ancak. Bir iki saat sonra kendime
gelebildim. Bu arada birkaç parça da balık zıpkınlamıştım. Kulağıma bir ses
geldi. Baktım, Nikol. Beni çağırıyordu. Hemencecik dışarı çıktım. Anladığım
kararıyla geç kaldığım için beni merak etmiş ve aramaya çıkmış. Beni görünce
sevincinden zıplıyordu. Yanıma geldi. Balıklara baktı, beni tebrik etti.
Ayaklarımız denizde, kuma oturduk. İçimdeki ateş yine parladı. Etrafıma şöyle
bir baktım, Allah’tan başka kimse yoktu. Artık dayanamadım, elimi omzuna
koydum. Yüzüme şöyle bir baktı. İçini çeke çeke solukladı. O da başını omzuma
dayadı. Beş on dakika öylece kaldık. Sonra o balıkları aldı, ben de maske ve
paletleri aldım. Diğer arkadaşların yanına gittik.
Vakit ikindi
olmuştu. Sandala binip iskeleye döndük. Nikol, son geceleri olduğunu söyledi. O
akşam da lokantada yedik, içtik ve eğlendik.
Sabahleyin
baktım eşyalar yüklenmiş. Diğerleriyle sarılıp öpüştük, vedalaştık. Nikol yoktu
aralarında. “U e Nikol” yani Nikol nerde dedim. “Dan la vuatür”, arabada
dediler. Baktım, Nikol otomobilde oturmuş ağlıyordu. Etrafına bile bakmıyordu.
Nikol, dedim. Baktı ki benim. “Aa, pardon Veizel” dedi ve hemen inip sarıldı
boynuma. Ağlayarak “Orvuar” yani hoşça kal dedi. Ben de ona “Bon voyaj” güle
güle dedim.
Neyse onları
uğurladım. Gittiler. Bakıp kaldım arkalarından. Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye
başladım. Sahile inip tüm derdimi denize döküyordum, gözlerim yaşlı…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder