21 Şubat 2014 Cuma

VEYSEL BABA'NIN ARDINDAN




28 Ocak 1961 tarihinde, Toroslar’dan soğuk bir kış poyrazı kopup gelmiş. Katmış önüne Veysel Kaptan’ın küçücük sandalını. Ölümün pençesinden kurtulmayı başararak Kıbrıs’a sürüklenen Veysel Kaptan, bu kez de bir başka rüzgâra kapıldı, bahtının rüzgârına. İlk kalp krizine yenik düştü, takvim yaprakları 28 Kasım 2008 Cuma’yı gösterirken. Götürüldü dostlarının omuzlarında sevgilim dediği mavi suların karanlığına değil de sadık yâri kara toprağa. Böylece bir yıldız daha kaydı Aydıncık’ta, ardında binlerce anı bırakarak. Mekânı cennet olsun!
Yoksulluğun bir karayılan gibi boğazıma dolandığı öğrencilik yıllarımda, sürekli yardımıma koştuğu için baba dediğim o sevgili ağabeyim Veysel Yalçıner, altmış altı yıllık ömrüne neler sığdırmadı ki!
İlkokul mezunuydu, Veysel Baba. Fransa’yı bile görmemişti ama Nicole (Nikol) adında bir Fransız kadına duyduğu ilgi nedeniyle Fransızca öğrendi; okuyamazdı, yazamazdı ama derdini çok rahat anlatırdı, denenleri de anlardı. Nicole ile tanıştığı zaman, kadın onu “Pêcheur” ( Peşör- balıkçı) diye çağırdığı için, yıllar sonra açtığı ve sahibi olduğu motele “Pêcheur” adını verdi. Yine Nicole, ilk kez onun yaptığı balık çorbasını beğenip içtiği ve bir öpücükle ödüllendirdiği için de her sabah yaptı balık çorbasını Veysel Kaptan.
Yaz geceleri, Sancakburnu tarafında denizden doğan sini gibi ayı görünce Nicole’ü anımsar; “La lün, se bo”(Ay, güzel) der, gidip doldururdu beyazını bardağına. Ardından lokantasının terasına döner, sandalyesine oturur, ayaklarını da çiçekliğe dayayarak “Sante, Nikol” (Şerefe, Nicole) der ve başlardı yudumlamaya aslan sütünü.
İşte Kaptan’ın seyir defterinden bir bölüm:
“… 1974 yazıydı. Fransız turistlerle akşam yemeği için sözleşmiştik. Onlara balık çorbası yapacaktım. Büyükçe bir tencereye balıkları yerleştirdim. Üzerini örtecek şekilde su koydum. İki defne yaprağı, biraz maydanoz ekledim. Tencere ocakta. Bu sırada Nikol geldi. Balık çorbasının nasıl pişirildiğini görüp öğrenmek istiyormuş. Yardım etmek istedi. Ben sarımsakla uğraşırken, ona şu soğanları soy dedim. Soğan soymak tabi ki zor geldi, gözleri yaşardı. Ne o, ağlıyor musun dedim. “No, se difisil” yani zor dedi. Ben de hemencecik gözyaşlarını siliverdim. Gözümün içine şöyle bir baktı ve “Mersi” dedi. İşin garip tarafı, ben daha yeni yeni Fransızca öğreniyordum, Nikol ise hiç Türkçe bilmiyordu, bu nedenle anlaşmada zorluk çekiyorduk. Neyse çorba pişerken, acı biberli, bol maydanozlu bir de çoban salatası yaptım. Nikol, tabakları, kaşıkları ve çatalları götürdü. Diğer arkadaşlar da masayı hallettiler. Rakı, şarap, bira ve meşrubat da koymuşlar masamıza.
Nikol, yeniden yanıma mutfağa geldi. Çorbanın tadına bakmasını söyledim. Bol kimyonlu, karabiberli, ekşili ve salçalı çorbayı görüp bir de tadına bakınca, “Hım, se bon” yani çok güzel olmuş dedi. Beni mükâfatlandırmak için de yanağını bana uzattı ve parmağıyla işaret etti. Ben de zaten bu kadarcık fırsat bekliyordum. Hemen öptüm onu.
Çorba hazırdı. Tencereyi alıp dışarı çıktım. Fransızlar da tabaklarını alarak sıraya geçtiler. Nikol yanıma oturdu. Yedik, içtik. Ay doğuyordu, tepsi gibiydi. Nikol aya baktı ve bana “La lün, se bo” dedi. Sesi öyle güzeldi ki ben de derinden bir ah çektim. Çok güzel bir gece geçirdik.
Ertesi gün, Sarıyar taraflarına gittik. Oralarda da çok güzel, tabi plajlar vardı. Kıyıya çıktık. Turistlerin kimi pırıl pırıl kuma serildi, kimi böcek topluyordu kimi de âşığıyla sevişiyordu. Ben, Nikol’e bakıyordum o da bana. Sanki göz göze sevişiyordum. Bir şeyler diyecektim ama dilim yetmiyordu. İşte tam o sırada dilimi koparıp bir tarafıma sokasım geldi. Daha fazla tahammül edemedim; hemen maske, palet ve tüfeği aldım ve kendimi Akdeniz’in mavi sularına attım. Başka çarem yoktu, bu ateşi ancak o söndürürdü. Orası öyle bir yer ki insan, vereme hatta en ağır hastalığa bile yakalansa, deli veya âşık olsa, ancak o mavi suların içinde tedavi olabilirdi.
Haziran 20, bu yaz güneşinin yakıcılığı yetmezmiş gibi bir de Nikol’ün ateşi yakıyordu beni. O masmavi sularda serinleyebildim ancak. Bir iki saat sonra kendime gelebildim. Bu arada birkaç parça da balık zıpkınlamıştım. Kulağıma bir ses geldi. Baktım, Nikol. Beni çağırıyordu. Hemencecik dışarı çıktım. Anladığım kararıyla geç kaldığım için beni merak etmiş ve aramaya çıkmış. Beni görünce sevincinden zıplıyordu. Yanıma geldi. Balıklara baktı, beni tebrik etti. Ayaklarımız denizde, kuma oturduk. İçimdeki ateş yine parladı. Etrafıma şöyle bir baktım, Allah’tan başka kimse yoktu. Artık dayanamadım, elimi omzuna koydum. Yüzüme şöyle bir baktı. İçini çeke çeke solukladı. O da başını omzuma dayadı. Beş on dakika öylece kaldık. Sonra o balıkları aldı, ben de maske ve paletleri aldım. Diğer arkadaşların yanına gittik.
Vakit ikindi olmuştu. Sandala binip iskeleye döndük. Nikol, son geceleri olduğunu söyledi. O akşam da lokantada yedik, içtik ve eğlendik.
Sabahleyin baktım eşyalar yüklenmiş. Diğerleriyle sarılıp öpüştük, vedalaştık. Nikol yoktu aralarında. “U e Nikol” yani Nikol nerde dedim. “Dan la vuatür”, arabada dediler. Baktım, Nikol otomobilde oturmuş ağlıyordu. Etrafına bile bakmıyordu. Nikol, dedim. Baktı ki benim. “Aa, pardon Veizel” dedi ve hemen inip sarıldı boynuma. Ağlayarak “Orvuar” yani hoşça kal dedi. Ben de ona “Bon voyaj” güle güle dedim.
Neyse onları uğurladım. Gittiler. Bakıp kaldım arkalarından. Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye başladım. Sahile inip tüm derdimi denize döküyordum, gözlerim yaşlı…”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder