İbil Ağa, 1800’lü yıllarda, Alanya’dan Gülnar’ın ilçe merkezi
Gilindire’ye develerle mal getirip götüren tüccar Göğ Ese’nin oğludur ve Gilindire’de
kolculuk yapmaktadır. Bir başka deyişle deniz kıyısındaki yalaklarda oluşan tuzu
toplatmamakla görevlidir.
Kolcu lakaplı İbil Ağa, üç kez evlenmiş. Son karısını da
kaybetmiş, sonbahar rüzgârında savrulmak
üzereyken, bir çocuklu, dul Dursun Kadınla yolu kesişir. Serik Bahşişlerinden
Mehmet Ağanın kızı Dursun Kadın girer bu kez de yaşamına.
Yörük ana Dursun Kadın, Serik Jandarma Karakolu’nda görevli
bir rütbeliyle evlidir ve bir de oğlu vardır. Tayini çıkan komutan ev tutmak
üzere kentten ayrılır. Gidiş o gidiş. Bir süre sonra Dursun Kadın, alır oğlunu
yanına, düşer kocasının peşine. Ama rastlayamaz izine. Nasıl olduysa kendini Gülnar’ın yeni ilçe
merkezi olan Anaypazarı’nda bulur. Oğlu da artık on beş yaşlarına gelmiştir.
Yeniyetme, anasını bu ilçede bırakarak çeker gider. O günden sonra Dursun
Kadın, oğlundan hiç haber alamaz.
Genç Seriklinin, Tuzcu İbil’den nur topu gibi bir oğlu olur.
Çocuğa iki dedenin adlarından oluşan “Memed Ese” adı verilir. Dursun Kadın’ın
tek oğlu Mehmet İsa okuyup öğretmen olur. İsa Çevik olarak bilinen “Mehmed Ese”,
Gilindire’nin ileri gelenlerinden Tevfik Yıldırım’ın kızı Gülseren ile evlenir.
Ben 1950’li yıllardan anımsarım Dursun Teyze’yi. Dörtayak
Anıtmezar’ın hemen dibinde, iki katlı bir evde yalnız yaşardı. Anıt ile batısındaki
dere arasına sıkışıp kalan küçücük bir patika, varır dayanırdı, derme çatma bir
kapsaya. İşte oradan girilirdi biberiye ve haşhaş bulunan bahçesine. Evinin
önünde, kenarında çok sayıda saksının dizili olduğu yüksekçe bir de tahtalığı
vardı.
Dursun Teyze bahçesine girilmesinden pek hoşlanmazdı. Oraya
giren çocuklara çok kızar ve onları bazen taşla, bazen sopasıyla kovardı. Alt
sekide koca koca badem ağaçları vardı. Şubat gelince, çiçeklere bürünür, mart
içinde de iri iri çağlaların yüküyle yerlere kadar eğilirdi. Kütür kütür
çağlalar. «Ye beni, ye,» der gibiydiler. Ama onları Dursun Teyze’ye yakalanmadan
yemek bayağı zor olurdu.
Bir gün, ağaçlardan birine tırmandım. Tepesine varınca, dala
oturmuş çağla devşiriyordum. Dursun Teyze beni görüp, ağacın altına gelmiş,
bağırıyordu:
-İn aşağı, bacaksız!
İnmeye başladım. Çok korkuyordum. Kanatlanıp uçuvermek
istiyordum. Derken bastığım dal kırılıverdi ve sırtüstü düştüm. Çakılıp kaldım
yere. Ağzım kocaman açılmış, sanki dilim boğazıma akmaya başlamıştı. Nefes
almakta zorlanıyordum. Bir anda dünyam karardı.
Sopası elinde, sert bakışları üstümde, Dursun Teyze bağırıp
duruyordu:
- Vurayım mı sopayı? Bir daha çıkacak mısın ağacıma?
Ellerimi havaya kaldırmış, ona yalvaran gözlerle bakıyordum.
Bir yandan da ölümle pençeleşiyordum. Soğuk bir ter boşandı ve ölüm bir hışımla
sıyırıp geçti beni.
- Kalk ayağa, diyorum sana.
Zorlanarak kalktım. Sık sık nefes alıp veriyordum. Üstümü
başımı silkeledim.
- Tövbe et. Bir daha yapmayacaksın değil mi?
- Valla billa, bir daha yapmam.
Değneğini bir iki kez vurdu kıçıma. Ama acıtmadı.
-Bahçemde seni bir daha yakalarsam, bacaklarını kırarım,
anladın mı? Çabuk defol şuradan.
İpinden boşanmış dana gibi koşmaya başladım…
Aynı akşam, Dursun Teyze, yemek saatinde, titreyen elinde içi
turşu dolu bir sahanla bize geldi. Sofraya davet edildi. O da otururdu. Yemekte
göz göze geldik. «Babana söyleyeyim mi» dercesine bakıyordu. Söylerse, babam
kemiklerimi kırardı. Yemek süresince diken üstünde oturup durdum. Babam camiye
gitmek üzere dışarı çıkınca ancak rahatlayabildim.
Dursun Teyze, yemekten sonra, biraz kestirdi. Uyanınca da,
gemici fenerini aldı, yaktı ve yalnızlığı ile baş başa kalmak üzere çekip gitti
evine…
Yıllar sonra, İstanbul’a yükseköğrenim için gittiğim zaman
duydum, Dursun Teyze’nin çadırını söktüğünü, yükünü sardığını ve göçüp
gittiğini. Yıl 1967 olmalı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder