Gilindire’de çocukluk yıllarımda baharın gelişinin büyük bir coşkuyla
kutlandığı “Martdokuzu” adı verilen bir bayram vardı. Bu şenlik, tarım ve
hayvancılıkla geçinen atalarımızın gerek kendileri gerekse hayvanları için
çetin kıştan kurtuluşu simgelemekteydi. 21 Mart’tan itibaren artık karakış geride kalıyor, aydınlık
artıyor, hava ısınıyor, toprak uyanıyor ve bereketli günler tekrar geliyordu.
İşte bu nedenle de bir dönüm noktası, bir bahar bayramı olarak coşkuyla
kutlanırdı “Martdokuzu”.
Bayram arifesinde, önce evlerde temizlik yapılırdı. Başka yerlerden
kazılıp getirilen beyaz toprakla evin ocaklığı, iç duvarları ve tabanları yeniden
sıvanırdı. Sonra evlerin önü süpürülür, çeşme ya da kuyulardan getirilen suyla
da aklanıp paklanırdı etrafı.
Bayram sabahı en güzel elbiseler giyilir; genç kızlar Martdokuzu’ndan üç
gün önce gül dibine sakladıkları rengârenk iplikleri çıkarıp kendilerine
bilezik yapar, erkek çocuklar ise kırmızı beyaz iplik dolardı orta
parmaklarına. Köy halkı, yediden yetmişe, yiyecek ve içecekleriyle mezarlıkta
toplanıp azık karıştırırdı. Herkes kendi akrabasının mezarındaki otları yolar
sonra da mezarların üzerine su boca ederdi. Çocuklarsa çam dallarına kurulan
salıncaklarda sallanıp eğlenirlerdi. Gömütlük bir eğlence alanına, bir piknik
yerine dönerdi.
Küslerin barışmasına, insanların kaynaşmasına olanak sağlayan bu buluşma,
kardeşçe bir arada yaşamanın, paylaşmanın bir simgesiydi. Ayrıca geleneklerin
sürmesine aracı olması, törelerin kökleşmesi ve toplumsal barışın sağlanması
yönüyle de işlevseldi.
Daha sonra hep birlikte dere ve deniz kenarına gidilir; ateş yakılır,
pikniğe orada devam edilirdi. İnsanlar ateş
ve su üzerinden atlardı. Bu arada deniz ya da dereye girenler de olur, yıkananlar birbirlerine su serperdi.
İşte tam o günlerde, çıplak taşlı yamaçlarda, çalılık ya da çamları
kesilmiş orman arazilerde, “nevruz çiçeği” adı verilen bir
çiçek açardı. Bu çiçekleri uğur getirdiği inancıyla, kitap ya da defter
sayfaları arasında kurutur ve saklardık.
Şimdi düşünüyorum da o yıllarda yalnızca bir eğlence ve dileklerin
gerçekleşmesi için yapılan bir etkinlik olarak gördüğüm Martdokuzu kutlamaları,
İslamlık öncesi Türk kültlerinden birçoğunun izlerini barındırıyormuş meğer
bünyesinde. Bilindiği gibi, kült yüce ve kutsal bilinen varlıklara karşı
duyulan saygı ve minnettarlığın gerektirdiği eylemleri gerçekleştirmektir.
Bilinen en eski devirlerden beri Türklerin yaptıkları törenlerde ataya
saygı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Martdokuzu kutlamalarındaki gömütlük
ziyareti, atalar kültünün bir gereği olmalıdır. Atalar kültünde ölen atanın
ruhunun yeryüzünde kalacağı, bir takım üstün güçlerle donanacağı ve geride bıraktıkların
hayatlarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceği inancı vardı. Bu
nedenle ata ruhu yüce ve kutsaldı, ona saygı gösterilirdi.
Bu inanç yalnızca ataların gömütlerini değil aynı zamanda onların
ocaklarını ve kullandıkları eşyalarını da kutsallaştırılmıştır. “Ata
yadigârına” sahip çıkmanın ve onu korumanın önemi işte bu kültte
yatmaktadır.
Türk kültüründe ateş, Tanrının bir armağanı olarak kabul edildiği için çok
önemlidir. O, yaşamın, aydınlığın, kötülükten korunmanın, temizliğin, bolluk
bereketin, aşkın, çoğalmanın, sağlığın simgesidir. Güneşin yeryüzündeki
temsilcisi olduğu inanılan ateşe tükürülmez, ateş su ile söndürülmez, ateşle
kesinlikle oynanmaz. Ateşin kötülükleri kovduğuna, hastalıkları yok ettiğine
inanılır. Yaraları dağlamak, kuşun dökmek, eve gelen ağır misafirlerin ocağın
yanına oturtulması da sanırım bu inançtan kaynaklanmaktadır. Ayrıca ateş
toprağın uyanmasının da simgesidir.
Ateş ya da ocakla ilgili olarak dilimizde, “Ocağı sönesice!”, “Ocağına
incir ağacı dikilsin!”, “Ocağında baykuşlar ötsün!”, “Ocağı
batsın!”, “Ocağım söndü”, “Ocağı kör kalmak”, “Ocağı
tütmek”, “Baba ocağı” gibi çok sayıda deyim de var. Bu nedenle evde ateşin
yanmasına ve ocaktan duman çıkmasına çok önem verilir.
Günümüzde yayla köylerimizde çakal pavkırması ya da köpek uluması
karşısında ocaktan ucu yanmakta olan bir odun alınır ve fırlatılır. Böylece
olası bir felaketin o evden uzaklaştırılacağına inanılmaktadır.
Demek ki ateş üzerinden atlamak da ateş kültü ile ilgili olup,
kötülüklerden arınmak için yapılmaktaymış.
Suya gelince o, arınma,
sağlık, huzur ve dileklerin kabul edilmesinde aracı olarak kabul görmektedir.
Yola çıkanların arkasından, önce sağ salim yerlerine ulaşması ya da geri
dönmesi dileğiyle su dökülmesi bundan olmalı. Martdokuzu kutlamalarında su
üzerinden atlama, insanların birbirlerine su serpmesi, suya bakma, soğuk su ile
yıkanma da su kültünün bir devamıymış.
Ne yazık ki böylesine
anlamlı, katıksız bir kültür öğesinin yaşaması için gereken özeni gösteremedik
ve onu tarihin derinliklerine gömdük.
Ülke genelinde de durum aynı değil mi? Her nedense kültürü koruma bilincinin
geliştirilmesinde yeterli başarıyı gösteremiyoruz.
Eğer boşalan kültür kaplarımızı kendimiz doldurmaz da başkalarının
doldurmasına izin verirsek, gün olur ulusal kültürümüzün yerini küresel kültür
alıverir. Bunu düşünmek bile korkunç! Ya bir de o günleri yaşarsak, ne olur
halimiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder