20 Şubat 2014 Perşembe

KAYBOLAN BİR GELENEK: MARTDOKUZU




Gilindire’de çocukluk yıllarımda baharın gelişinin büyük bir coşkuyla kutlandığı “Martdokuzu” adı verilen bir bayram vardı. Bu şenlik, tarım ve hayvancılıkla geçinen atalarımızın gerek kendileri gerekse hayvanları için çetin kıştan kurtuluşu simgelemekteydi. 21 Mart’tan itibaren artık karakış geride kalıyor, aydınlık artıyor, hava ısınıyor, toprak uyanıyor ve bereketli günler tekrar geliyordu. İşte bu nedenle de bir dönüm noktası, bir bahar bayramı olarak coşkuyla kutlanırdı “Martdokuzu”.
Bayram arifesinde, önce evlerde temizlik yapılırdı. Başka yerlerden kazılıp getirilen beyaz toprakla evin ocaklığı, iç duvarları ve tabanları yeniden sıvanırdı. Sonra evlerin önü süpürülür, çeşme ya da kuyulardan getirilen suyla da aklanıp paklanırdı etrafı.
Bayram sabahı en güzel elbiseler giyilir; genç kızlar Martdokuzu’ndan üç gün önce gül dibine sakladıkları rengârenk iplikleri çıkarıp kendilerine bilezik yapar, erkek çocuklar ise kırmızı beyaz iplik dolardı orta parmaklarına. Köy halkı, yediden yetmişe, yiyecek ve içecekleriyle mezarlıkta toplanıp azık karıştırırdı. Herkes kendi akrabasının mezarındaki otları yolar sonra da mezarların üzerine su boca ederdi. Çocuklarsa çam dallarına kurulan salıncaklarda sallanıp eğlenirlerdi. Gömütlük bir eğlence alanına, bir piknik yerine dönerdi.
Küslerin barışmasına, insanların kaynaşmasına olanak sağlayan bu buluşma, kardeşçe bir arada yaşamanın, paylaşmanın bir simgesiydi. Ayrıca geleneklerin sürmesine aracı olması, törelerin kökleşmesi ve toplumsal barışın sağlanması yönüyle de işlevseldi.
Daha sonra hep birlikte dere ve deniz kenarına gidilir; ateş yakılır, pikniğe orada devam edilirdi.  İnsanlar ateş ve su üzerinden atlardı. Bu arada deniz ya da dereye girenler de olur,  yıkananlar birbirlerine su serperdi.
İşte tam o günlerde, çıplak taşlı yamaçlarda, çalılık ya da çamları kesilmiş orman arazilerde, “nevruz çiçeği” adı verilen bir çiçek açardı. Bu çiçekleri uğur getirdiği inancıyla, kitap ya da defter sayfaları arasında kurutur ve saklardık.
Şimdi düşünüyorum da o yıllarda yalnızca bir eğlence ve dileklerin gerçekleşmesi için yapılan bir etkinlik olarak gördüğüm Martdokuzu kutlamaları, İslamlık öncesi Türk kültlerinden birçoğunun izlerini barındırıyormuş meğer bünyesinde. Bilindiği gibi, kült yüce ve kutsal bilinen varlıklara karşı duyulan saygı ve minnettarlığın gerektirdiği eylemleri gerçekleştirmektir.
Bilinen en eski devirlerden beri Türklerin yaptıkları törenlerde ataya saygı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Martdokuzu kutlamalarındaki gömütlük ziyareti, atalar kültünün bir gereği olmalıdır. Atalar kültünde ölen atanın ruhunun yeryüzünde kalacağı, bir takım üstün güçlerle donanacağı ve geride bıraktıkların hayatlarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceği inancı vardı. Bu nedenle ata ruhu yüce ve kutsaldı, ona saygı gösterilirdi.
Bu inanç yalnızca ataların gömütlerini değil aynı zamanda onların ocaklarını ve kullandıkları eşyalarını da kutsallaştırılmıştır. “Ata yadigârına” sahip çıkmanın ve onu korumanın önemi işte bu kültte yatmaktadır.
Türk kültüründe ateş, Tanrının bir armağanı olarak kabul edildiği için çok önemlidir. O, yaşamın, aydınlığın, kötülükten korunmanın, temizliğin, bolluk bereketin, aşkın, çoğalmanın, sağlığın simgesidir. Güneşin yeryüzündeki temsilcisi olduğu inanılan ateşe tükürülmez, ateş su ile söndürülmez, ateşle kesinlikle oynanmaz. Ateşin kötülükleri kovduğuna, hastalıkları yok ettiğine inanılır. Yaraları dağlamak, kuşun dökmek, eve gelen ağır misafirlerin ocağın yanına oturtulması da sanırım bu inançtan kaynaklanmaktadır. Ayrıca ateş toprağın uyanmasının da simgesidir.
Ateş ya da ocakla ilgili olarak dilimizde, “Ocağı sönesice!”, “Ocağına incir ağacı dikilsin!”, “Ocağında baykuşlar ötsün!”, “Ocağı batsın!”, “Ocağım söndü”, “Ocağı kör kalmak”, “Ocağı tütmek”, “Baba ocağı” gibi çok sayıda deyim de var. Bu nedenle evde ateşin yanmasına ve ocaktan duman çıkmasına çok önem verilir.
Günümüzde yayla köylerimizde çakal pavkırması ya da köpek uluması karşısında ocaktan ucu yanmakta olan bir odun alınır ve fırlatılır. Böylece olası bir felaketin o evden uzaklaştırılacağına inanılmaktadır.
Demek ki ateş üzerinden atlamak da ateş kültü ile ilgili olup, kötülüklerden arınmak için yapılmaktaymış.
 Suya gelince o, arınma, sağlık, huzur ve dileklerin kabul edilmesinde aracı olarak kabul görmektedir. Yola çıkanların arkasından, önce sağ salim yerlerine ulaşması ya da geri dönmesi dileğiyle su dökülmesi bundan olmalı. Martdokuzu kutlamalarında su üzerinden atlama, insanların birbirlerine su serpmesi, suya bakma, soğuk su ile yıkanma da su kültünün bir devamıymış.
 Ne yazık ki böylesine anlamlı, katıksız bir kültür öğesinin yaşaması için gereken özeni gösteremedik ve onu tarihin derinliklerine gömdük.
Ülke genelinde de durum aynı değil mi? Her nedense kültürü koruma bilincinin geliştirilmesinde yeterli başarıyı gösteremiyoruz.
Eğer boşalan kültür kaplarımızı kendimiz doldurmaz da başkalarının doldurmasına izin verirsek, gün olur ulusal kültürümüzün yerini küresel kültür alıverir. Bunu düşünmek bile korkunç! Ya bir de o günleri yaşarsak, ne olur halimiz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder