Güneşli bir ocak sonuydu. Üç gündür yağan yağmur, sonunda
mola verdi. Yukarıda kara bulutlar dağılmış, gökyüzü masmavi. Denizin rengi ise
henüz düzelmemiş. Bulanık. Üzerinde odun parçaları.
Severim böyle havalarda gezmeyi. Görmek isterim, doğanın
insanoğluna yapmak istediği uyarıları.
Dolaşmaya çıktım, elimde fotoğraf makinesi. Arabanın sık
geçmediği bir yolda yürüyor, yağmur sonrası kokuları ciğerime dolduruyordum.
Doğa uykusundan uyanmış, badem ağaçları da çiçek açmaya başlamıştı, Toroslar'ın
yamacında kurulu bu sahil kasabasında.
Yoldan çıkıp bir bahçeye saptım. Diğerlerinden kireç ve kum
harcıyla sıvalı taş duvarlarla ayrılmış bahçede, onlarca zeytin ağacı. Hepsi de
birbirinden heybetli. Tarihin derinliklerinden geldiği belli. Böğürtlen
bürümüştü ilk sekiyi. Girişin solunda, bir incir ağacı; yılların ağırlığından
mı yoksa düşen yıldırımdan mı
belli değil, ikiye taklamış. Kolları yerde, yaşama tutunmaya çalışıyor. Aşağıda
yıkıma terk edilmiş bir Rum evi. Karşıda ise Kelenderis Kalesi. İskelede
balıkçı tekneleri ve bir yat bağlı. Açıkta birbirini izleyen, öndeki büyük,
arkadaki küçük iki ada. Ta uzaklarda Tuzburnu. Onun sağında da namaza durmuş
bir adamın şapkasını andıran Yılanlıada. Ufukta Kıbrıs'ın dağları.
Bir kedi hışımla gelip önümdeki ağaca tırmandı. Çevreme şöyle
bir bakındım, arkamda kara bir köpek ayağını kaldırmış bir badem ağacına
siğiyordu. Yaşlı bir zeytin ağacını fotoğrafladım. Ardından da kontrolünü
yaptım. Fotoğraf harikaydı ama ağacın dibinde boş bir şarap şişesi vardı.
Sildim fotoğrafı. Şişeyi aldım, duvarın önüne götürüp diğerinin yanına
bıraktım. Ölümsüzleştirdim yeniden, ölümsüzlüğün simgesi zeytin ağacını.
Güç ve kudret sembolü ağaçları geride bırakarak, indim ikinci
sekiye. Sol tarafta birkaç yaşlı zeytin ağacı daha. Sağda ise kocaman yaşlı bir
incir. Vardım üçüncü sekiye. Yan yana iki adamotu vardı burada. Yüzeyi pütürlü,
sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak
hizasında yan yana dizilip bir daire oluşturmuşlardı. Biri mor, diğeri ise
beyaza çalan beş yapraklı bolca çiçek açmıştı. Adasoğanları ise salıvermişlerdi
iri yeşil kulaklarını. Az daha yürüdüm, yıkık evin yanına vardım. Bir karayılan
akıp gitti taşların arasından, kayboldu duvarın deliğinde.
Köşede iki tavuk, kurumaya yüz tutmuş insan dışkısını
didikliyordu.
Ocak ve bacası yıkılmıştı Rum evinin. Deveci Ali ile Rum
kızının aşklarına tanık olan o sarnıç hemen yanı başındaydı. Rum babanın kızını
sakladığı sarnıç. Genç kızınsa, "Hayır, inmek istemiyorum... Karanlığa
gömülüyorum... Korkuyorum... Geri çekin beni... Egoist canavarlar! Sizden
farklı düşünenlere saygılı olun. Atmayın onları karanlık deliklere. Siz beni
değil, kendinizi korumaya çalışıyorsunuz. Önce insana saygılı olun. Çıkarın
beni. Seviyorum işte Ali'yi. Kaçacağım yarın ona," diye haykırdığı sarnıç.
Yörük oğlunun,"Merhaba, Ağam. Hoş geldin" dediğini
duyar gibi oldum. Ve bir kez daha düşledim Rumların Gilindire'den göçünü,
sallanan mendilleri, uzaklaşan yelkenlileri. Yüreğimi sızlattı bu ayrılık,
dağılan mozaik.
Bir "Pırrr" sesi duyunca baktım, bir güvercin uçup
gidiyordu ama gagasında zeytin dalı yoktu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder