19 Şubat 2014 Çarşamba

SARNIÇLI EV

 


                    Güneşli bir ocak sonuydu. Üç gündür yağan yağmur, sonunda mola verdi. Yukarıda kara bulutlar dağılmış, gökyüzü masmavi. Denizin rengi ise henüz düzelmemiş. Bulanık. Üzerinde odun parçaları.
Severim böyle havalarda gezmeyi. Görmek isterim, doğanın insanoğluna yapmak istediği uyarıları.
Dolaşmaya çıktım, elimde fotoğraf makinesi. Arabanın sık geçmediği bir yolda yürüyor, yağmur sonrası kokuları ciğerime dolduruyordum. Doğa uykusundan uyanmış, badem ağaçları da çiçek açmaya başlamıştı, Toroslar'ın yamacında kurulu bu sahil kasabasında.
                          Yoldan çıkıp bir bahçeye saptım. Diğerlerinden kireç ve kum harcıyla sıvalı taş duvarlarla ayrılmış bahçede, onlarca zeytin ağacı. Hepsi de birbirinden heybetli. Tarihin derinliklerinden geldiği belli. Böğürtlen bürümüştü ilk sekiyi. Girişin solunda, bir incir ağacı; yılların ağırlığından mı yoksa düşen yıldırımdan mı belli değil, ikiye taklamış. Kolları yerde, yaşama tutunmaya çalışıyor. Aşağıda yıkıma terk edilmiş bir Rum evi. Karşıda ise Kelenderis Kalesi. İskelede balıkçı tekneleri ve bir yat bağlı. Açıkta birbirini izleyen, öndeki büyük, arkadaki küçük iki ada. Ta uzaklarda Tuzburnu. Onun sağında da namaza durmuş bir adamın şapkasını andıran Yılanlıada. Ufukta Kıbrıs'ın dağları.
                          Bir kedi hışımla gelip önümdeki ağaca tırmandı. Çevreme şöyle bir bakındım, arkamda kara bir köpek ayağını kaldırmış bir badem ağacına siğiyordu. Yaşlı bir zeytin ağacını fotoğrafladım. Ardından da kontrolünü yaptım. Fotoğraf harikaydı ama ağacın dibinde boş bir şarap şişesi vardı. Sildim fotoğrafı. Şişeyi aldım, duvarın önüne götürüp diğerinin yanına bıraktım. Ölümsüzleştirdim yeniden, ölümsüzlüğün simgesi zeytin ağacını.
                     Güç ve kudret sembolü ağaçları geride bırakarak, indim ikinci sekiye. Sol tarafta birkaç yaşlı zeytin ağacı daha. Sağda ise kocaman yaşlı bir incir. Vardım üçüncü sekiye. Yan yana iki adamotu vardı burada. Yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip bir daire oluşturmuşlardı. Biri mor, diğeri ise beyaza çalan beş yapraklı bolca çiçek açmıştı. Adasoğanları ise salıvermişlerdi iri yeşil kulaklarını. Az daha yürüdüm, yıkık evin yanına vardım. Bir karayılan akıp gitti taşların arasından, kayboldu duvarın deliğinde.
Köşede iki tavuk, kurumaya yüz tutmuş insan dışkısını didikliyordu.
                   Ocak ve bacası yıkılmıştı Rum evinin. Deveci Ali ile Rum kızının aşklarına tanık olan o sarnıç hemen yanı başındaydı. Rum babanın kızını sakladığı sarnıç. Genç kızınsa, "Hayır, inmek istemiyorum... Karanlığa gömülüyorum... Korkuyorum... Geri çekin beni... Egoist canavarlar! Sizden farklı düşünenlere saygılı olun. Atmayın onları karanlık deliklere. Siz beni değil, kendinizi korumaya çalışıyorsunuz. Önce insana saygılı olun. Çıkarın beni. Seviyorum işte Ali'yi. Kaçacağım yarın ona," diye haykırdığı sarnıç.
                Yörük oğlunun,"Merhaba, Ağam. Hoş geldin" dediğini duyar gibi oldum. Ve bir kez daha düşledim Rumların Gilindire'den göçünü, sallanan mendilleri, uzaklaşan yelkenlileri. Yüreğimi sızlattı bu ayrılık, dağılan mozaik.
                Bir "Pırrr" sesi duyunca baktım, bir güvercin uçup gidiyordu ama gagasında zeytin dalı yoktu...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder