Çelengileri yer
yer düşmüş, balkonundaki tahtaların bir kısmı çürümüş, toprak damı yağmurlu
günlerde akan, yeniden topraklanıp loğlanması gereken, iki katlı bir taş ev
miras kalmıştı babamdan. Kıyısında köşesinde, musandırasında, tavandaki
merteklerde, pardıların arasında yığınla anı gizliydi.
Ben bu evde doğmuşum. Salıncağımın kullapları çakılı duruyor latanın birinde.
İki gözlü, tabanı ve duvarları çamurla sıvalı evimizin içinde dolaşırken, ana
baba kokusu doluyordu ciğerime.
İki gözlü bir de ahırımız vardı;
birine hayvanlar bağlanır ötekine de saman dökülürdü. Ahırın üstünde, yuvağa
oturmuş, düşünüyordum. Kasaba yavaş yavaş kentleşiyordu. Bundan sonra ahır ne
işimize yarayacaktı? Ne öküzümüz vardı ne de samana ihtiyaç.
Anam ve babamın acı tatlı günlerini
geçirdikleri bu eski evi yıktırmaya da gönlüm razı olmuyordu. Yıkılırsa, bir
yığın anıyı alıp götürecekti. Tek çıkar yol onu onartmaktı. Eskiyi onarmanın
yenisini yaptırmaktan hem daha zor hem de daha pahalı olduğunu duymuştum.
İstendiği kadar bakım yapılsın, bu evin süslenip püslenmiş yaşlı bir kadından
farklı olmayacağını da biliyordum. Ne olursa olsun diyerek kararımı verdim. İnşaattan
da hiç anlamıyordum; öncelikle iyi bir usta bulmalıydım. Ağustosun kavurucu
sıcağında, sahilde usta bulmak hiç de kolay değildi. Toroslar'ın zirvesinde,
Taşoluk’ta, buldum aradığım kişiyi. Konuşup anlaştık ama yapı için gerekli
gereçleri yoktu. “Testere, keser, kerpeten, kalıplık tahta ve birkaç beşon
satın alınacak” dedi usta. Diğerlerini anladım da “birkaç beş on” ne demekti? “ Beş mi, on mu, kaç tane ve ne alacağız” diye
sordum ona. Bastı kahkahayı sonra da açıkladı beşonun ne olduğunu.
Ertesi gün malzemeyi aldık; iki de
tanıdık işçi buldum. Öncelikle tahta balkon yıkılacak ve yerine beton olanı
yapılacaktı. İki gün içinde pabuçlar döküldü. Kalıplar çakıldı, demir döşendi.
Kum ve çimento da hazırdı. Beton dökmeye gelmişti sıra. İki işçi daha gerekiyordu.
İşçilerden biri “ Benim tanıdıklarım var, yarın gelirken onları da getiririm”
dedi. İşçi bulmak da zordu, çok kişinin işsiz olduğu bu şehirde. Bu sorun da
çözümlenmişti, artık içim rahattı.
Sabahleyin kalkıp geldiğim zaman,
iki işçi ile bir de usta vardı harcı karan. “ Ne oldu, tanıdıklarını bulamadın
mı” diye sorunca, aldığım yanıt karşısında şaşırıp kaldım: “ Bu sıcakta
çalışılır mı” demişler.
Çarşıya gittim. Kimin çalışıp
çalışmadığını bilmiyordum; kendi ilçemde hem yerli hem de yabancıydım. Bir kahvehaneye
girdim. Beş ya da altı masa vardı. Hepsi de doluydu, sabahın erken saatinde.
Tilki kaçırtacak kadar da duman vardı o küçük mekânda. Herkese “Çalışır mısın”
da denmezdi. İşçi olmak, alın teriyle para kazanmak ne ayıp ne de onur kırıcı
bir işti ama ters bir yanıt almaktan korktuğum için, kahveciye sordum kimin
işçilik yaptığını. Köşedeki masada iskambil oynayanları gösterdi parmağıyla.
Yanlarına varıp bol şans diledikten
sonra, beton dökmek için iki kişiye gereksim duyduğumu belirttim. Üçü, kâğıttan
başını kaldırıp yüzüme bakmadı bile. Dördüncüsü yanıtladı beni: “ Abi,
çalışırdık ama elimiz boş değil.” Tepemden kaynar sular döküldü.
Birisi yazık dese, ağlayacaktım. Sinirlerim
tepemde döndüm çalışanların yanına. “ İşçi bulamadım. Herifler kağıt oynuyor,
bir de elimiz boş değil diyorlar. Beni yarı yolda bırakmayın. Üçünüz dökün betonu,
size yarımşar yevmiye daha vereyim,” diye önerdim. Kabul ettiler. “Bunlar
böyle,” dedi işçilerden biri ve ekledi “ Çay parası bile yoktur ceplerinde,
çıkarken de yazdırırlar.”
Hava kararmak üzereyken bitti beton
işi. Çalışanlar, terleri soğumadan, aldı paralarını. Onlar da memnundu, ben de...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder