21 Şubat 2014 Cuma

BAKARSIN BİR TÜRK GİRİVERİR

         

          1960’lı yılların ortalarıydı, Silifke’de lisede okuyordum. O yıllarda çok Fransız turist gelirdi Gilindire’ye. Yazın ben de onların peşinde koşardım, öğrendiğim yabancı dilimi uygulamak, pekiştirmek için.
                Anamur-Silifke yolu, yeni açılmış ve deniz kenarından geçiyordu. Yol üzerinde de Yaşar Taner’in bir lokantası vardı. İşte o lokantada, o yıllarda tanışmıştım Fransız Charles ile.  Fizikçiydi ama asistan mıydı değil miydi onu pek anımsamıyorum.
            İlişkimiz kesik kesik de olsa sürdü. 1970’li yılların ortalarında sık sık tatile gelirlerdi ailecek. Dönüşlerinde Ankara’da bize uğrarlardı. Daha sonraları arkadaşlığımız kesintisiz sürdü. Her yılbaşında posta ile bize armağanlar yollarlardı, özel günlerimizde de telefonlaşırdık. İhtiyaç duyduğum ve Türkiye’de bulamadığım kitapları alıp gönderirdi bana. Yaz tatilini Türkiye’de geçirecekse, mutlaka Aydıncık’ta geçirir ve bu süre zarfında da birlikte olurduk. Onun çocukları ile benimkiler birlikte yüzer, eğlenir ve oynarlardı. Birbirimize saygı ve sevgi duyan iki kardeş gibiydik.
              1985 yılında Fransa’ya gittiğim zaman bir hafta kadar beni Rouen’daki evinde ağırlamış; öğretim üyeliği yaptığı üniversiteye götürüp arkadaşlarıyla tanıştırmıştı. Karısı da, eşime ve çocuklarıma hediyeler yollamıştı.
      1992 yazında Fransız Kültür Bakanlığı tarafından Paris’e davet edildiğimde, beni evine çağırdı ve Normandiya bölgesinin gezilip görülecek yerlerine götürdü, Seine nehri kıyısında güzel bir lokantada öğle yemeği yedik.
      Akşamüstü eve döndük. Bahçesinde itilerek açılıp kapanan ahşap bir giriş kapısı vardı. Arabadan indim ve kapıyı açtım. Arkadaşım arabası ile içeri girdi ve park etti. Kapıyı kapatayım mı diye sordum. Verdiği cevap karşısında şaşırıp kalmıştım:  “Lütfen kapat, bakarsın bir Türk girer.” Ben de ona kapatmaya gerek kalmadı, çünkü Türk içeride deyince utancından kıpkırmızı kesildi ve özür üstüne özür diledi. “Bu, bizim dilimizde bir deyim, seninle hiç ilgisi yok” dedi. Ben de üzerine gitmedim. Arkadaşım da bu sözü kullandığına bin kere pişman olmuştu.
     Benim Paris’teki işim henüz bitmemişti. Bir hafta daha kalmam gerekiyordu. Onlar yaz dinlencesi için ağustos ayında Aydıncık’a gideceklerdi ve benden on gün kadar önce yola çıktılar.
    Ayın ortasına doğru biz de geldik. Çoğu zaman birlikte yiyip içiyorduk. Bir gün onları akşam yemeğini davet ettik. Hep birlikte lokantada yiyecektik. Biz onlardan önce vardık ve masanın düzenini kontrol ettik, eksik olup olmadığına baktık. Her şey istediğimiz gibiydi. Arkadaşım nedense geç kalmıştı. Yanlarına gittim. Onlar da çıkmak üzereymiş. Araba açık, çadır açık, yola düştüler.

     Charles, her şey ortada; bakarsın bir Türk geliverir dedim. Dönüp bana şöyle bir baktı ve “Mustafa, senden kaç kez özür dileyeceğim? Hatırlatmak zorunda mısın” dedi. Omzunu şöyle bir tıpışladım ve yürüdük lokantaya doğru…  

VEYSEL BABA'NIN ARDINDAN




28 Ocak 1961 tarihinde, Toroslar’dan soğuk bir kış poyrazı kopup gelmiş. Katmış önüne Veysel Kaptan’ın küçücük sandalını. Ölümün pençesinden kurtulmayı başararak Kıbrıs’a sürüklenen Veysel Kaptan, bu kez de bir başka rüzgâra kapıldı, bahtının rüzgârına. İlk kalp krizine yenik düştü, takvim yaprakları 28 Kasım 2008 Cuma’yı gösterirken. Götürüldü dostlarının omuzlarında sevgilim dediği mavi suların karanlığına değil de sadık yâri kara toprağa. Böylece bir yıldız daha kaydı Aydıncık’ta, ardında binlerce anı bırakarak. Mekânı cennet olsun!
Yoksulluğun bir karayılan gibi boğazıma dolandığı öğrencilik yıllarımda, sürekli yardımıma koştuğu için baba dediğim o sevgili ağabeyim Veysel Yalçıner, altmış altı yıllık ömrüne neler sığdırmadı ki!
İlkokul mezunuydu, Veysel Baba. Fransa’yı bile görmemişti ama Nicole (Nikol) adında bir Fransız kadına duyduğu ilgi nedeniyle Fransızca öğrendi; okuyamazdı, yazamazdı ama derdini çok rahat anlatırdı, denenleri de anlardı. Nicole ile tanıştığı zaman, kadın onu “Pêcheur” ( Peşör- balıkçı) diye çağırdığı için, yıllar sonra açtığı ve sahibi olduğu motele “Pêcheur” adını verdi. Yine Nicole, ilk kez onun yaptığı balık çorbasını beğenip içtiği ve bir öpücükle ödüllendirdiği için de her sabah yaptı balık çorbasını Veysel Kaptan.
Yaz geceleri, Sancakburnu tarafında denizden doğan sini gibi ayı görünce Nicole’ü anımsar; “La lün, se bo”(Ay, güzel) der, gidip doldururdu beyazını bardağına. Ardından lokantasının terasına döner, sandalyesine oturur, ayaklarını da çiçekliğe dayayarak “Sante, Nikol” (Şerefe, Nicole) der ve başlardı yudumlamaya aslan sütünü.
İşte Kaptan’ın seyir defterinden bir bölüm:
“… 1974 yazıydı. Fransız turistlerle akşam yemeği için sözleşmiştik. Onlara balık çorbası yapacaktım. Büyükçe bir tencereye balıkları yerleştirdim. Üzerini örtecek şekilde su koydum. İki defne yaprağı, biraz maydanoz ekledim. Tencere ocakta. Bu sırada Nikol geldi. Balık çorbasının nasıl pişirildiğini görüp öğrenmek istiyormuş. Yardım etmek istedi. Ben sarımsakla uğraşırken, ona şu soğanları soy dedim. Soğan soymak tabi ki zor geldi, gözleri yaşardı. Ne o, ağlıyor musun dedim. “No, se difisil” yani zor dedi. Ben de hemencecik gözyaşlarını siliverdim. Gözümün içine şöyle bir baktı ve “Mersi” dedi. İşin garip tarafı, ben daha yeni yeni Fransızca öğreniyordum, Nikol ise hiç Türkçe bilmiyordu, bu nedenle anlaşmada zorluk çekiyorduk. Neyse çorba pişerken, acı biberli, bol maydanozlu bir de çoban salatası yaptım. Nikol, tabakları, kaşıkları ve çatalları götürdü. Diğer arkadaşlar da masayı hallettiler. Rakı, şarap, bira ve meşrubat da koymuşlar masamıza.
Nikol, yeniden yanıma mutfağa geldi. Çorbanın tadına bakmasını söyledim. Bol kimyonlu, karabiberli, ekşili ve salçalı çorbayı görüp bir de tadına bakınca, “Hım, se bon” yani çok güzel olmuş dedi. Beni mükâfatlandırmak için de yanağını bana uzattı ve parmağıyla işaret etti. Ben de zaten bu kadarcık fırsat bekliyordum. Hemen öptüm onu.
Çorba hazırdı. Tencereyi alıp dışarı çıktım. Fransızlar da tabaklarını alarak sıraya geçtiler. Nikol yanıma oturdu. Yedik, içtik. Ay doğuyordu, tepsi gibiydi. Nikol aya baktı ve bana “La lün, se bo” dedi. Sesi öyle güzeldi ki ben de derinden bir ah çektim. Çok güzel bir gece geçirdik.
Ertesi gün, Sarıyar taraflarına gittik. Oralarda da çok güzel, tabi plajlar vardı. Kıyıya çıktık. Turistlerin kimi pırıl pırıl kuma serildi, kimi böcek topluyordu kimi de âşığıyla sevişiyordu. Ben, Nikol’e bakıyordum o da bana. Sanki göz göze sevişiyordum. Bir şeyler diyecektim ama dilim yetmiyordu. İşte tam o sırada dilimi koparıp bir tarafıma sokasım geldi. Daha fazla tahammül edemedim; hemen maske, palet ve tüfeği aldım ve kendimi Akdeniz’in mavi sularına attım. Başka çarem yoktu, bu ateşi ancak o söndürürdü. Orası öyle bir yer ki insan, vereme hatta en ağır hastalığa bile yakalansa, deli veya âşık olsa, ancak o mavi suların içinde tedavi olabilirdi.
Haziran 20, bu yaz güneşinin yakıcılığı yetmezmiş gibi bir de Nikol’ün ateşi yakıyordu beni. O masmavi sularda serinleyebildim ancak. Bir iki saat sonra kendime gelebildim. Bu arada birkaç parça da balık zıpkınlamıştım. Kulağıma bir ses geldi. Baktım, Nikol. Beni çağırıyordu. Hemencecik dışarı çıktım. Anladığım kararıyla geç kaldığım için beni merak etmiş ve aramaya çıkmış. Beni görünce sevincinden zıplıyordu. Yanıma geldi. Balıklara baktı, beni tebrik etti. Ayaklarımız denizde, kuma oturduk. İçimdeki ateş yine parladı. Etrafıma şöyle bir baktım, Allah’tan başka kimse yoktu. Artık dayanamadım, elimi omzuna koydum. Yüzüme şöyle bir baktı. İçini çeke çeke solukladı. O da başını omzuma dayadı. Beş on dakika öylece kaldık. Sonra o balıkları aldı, ben de maske ve paletleri aldım. Diğer arkadaşların yanına gittik.
Vakit ikindi olmuştu. Sandala binip iskeleye döndük. Nikol, son geceleri olduğunu söyledi. O akşam da lokantada yedik, içtik ve eğlendik.
Sabahleyin baktım eşyalar yüklenmiş. Diğerleriyle sarılıp öpüştük, vedalaştık. Nikol yoktu aralarında. “U e Nikol” yani Nikol nerde dedim. “Dan la vuatür”, arabada dediler. Baktım, Nikol otomobilde oturmuş ağlıyordu. Etrafına bile bakmıyordu. Nikol, dedim. Baktı ki benim. “Aa, pardon Veizel” dedi ve hemen inip sarıldı boynuma. Ağlayarak “Orvuar” yani hoşça kal dedi. Ben de ona “Bon voyaj” güle güle dedim.
Neyse onları uğurladım. Gittiler. Bakıp kaldım arkalarından. Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye başladım. Sahile inip tüm derdimi denize döküyordum, gözlerim yaşlı…”


20 Şubat 2014 Perşembe

ERKEK VAR MI?




1960 başlarında, Gülnar-Anamur karayolu, Gilindire içerisinde, deniz kenarından değil de daha yukarıdaki eski yoldan geçerdi. O eğri büğrü, dar yol, olduğu gibi bırakılmış ve yenisi için kıyıdaki tarlalar kamulaştırılmıştı. Bizimki de kamulaştırılan alanlar arasındaydı. Merkezde, Nazilli mevkiinde, yolun güneyinde, denize doğru daralan üçgen şeklinde, yarım dönümünden fazla bir burun kalmıştı bize. Ne bina yapılır, ne ekilir ne de dikilir; tapulu ama işe yaramaz bir arazi.
Daha sonraları, bomboş duran bu yerde,  turistler çadır kurmaya başladı. Deniz, hemen önlerinde. Yüzerler, su kayağı ve sörf yaparlardı. En sık da lisede okuduğum yıllarda tanıdığım Fransız vatandaşı Gerard gelirdi, ailesiyle. Çocuklarımız birlikte oynar, ara sıra ya lokantada ya da bizim evde akşam yemeklerinde buluşurduk.
1990 başlarıydı. Yaz tatilindeydik. Onlar da gelmiş ve bizim yere kamp kurmuşlardı. Bir gün yanlarına gittim. Kavurucu yaz güneşi, inişe geçmiş; dağ da gölgesini yollamıştı çadırlarının üstüne. Oturulacak yeri ve sırt kısmı, mavi beyaz çizgili bezden, katlanır sandalyeler çıkarılmıştı dışarıya. Elimizde buzlu whisky, denize karşı oturmuş sohbet ediyorduk. Bir ara fizik hocası olan arkadaşım Gerard, “ Benim hanım, bugün çarşıda erkek aramış,” demesin mi! Karısı Joelle de “ Amma da abarttın şu küçük olayı; oldu bir kere,” deyince iyice meraklanmaya başladım.
Kadın, sarı plastik kaplı sözlük elinde,  çarşıya meyve almaya gitmiş. O yıllarda çarşı da çarşı olsa! Müşterinin aradığı değil, bakkalın sattığı bulunurdu. Bazı dükkânların önünde, birkaç küçük sandık içinde domates, kavun, karpuz, patates, soğan satılırdı. Doğru dürüst ne sebze bulunurdu ne de meyve.
Joelle, meyve ve sebzenin de satıldığı bir dükkâna girince, “Erkek var mı” demiş. Satıcı, bir kadına bakmış bir de kendine. “ Benden iyi erkek mi olur,” diyecekmiş ama diyememiş; biliyormuş, Joelle’in benim arkadaşım olduğunu. Cevap verememenin mahcubiyeti içinde bakıp kalmış kadına.   Joelle yinelemiş dileğini: “Erkek istiyorum.”  Bizim yiğidi sarmış bir telaş. “Ne yapsam ki” deyip duruyormuş. Kadın ise bir anlam veremiyormuş satıcının yüzündeki ifadeye. Yanlış mı telaffuz ettim acaba diyerek, sözlüğü açıp göstermiş: “Erik” yazıyormuş, Fransızca sözcüğün karşısında. Bakkal, “Yok” diyebilmiş sadece. Kocaman da bir “Oh!” çekmiş, kadın gidince.
Joelle, bir yerlerde hata yaptığını sezmiş ama anlayamıyormuş neyin ne olduğunu. Dışarıda açmış sözlüğünü, bakmış “Erkek” sözcüğüne. Kızarmış yüzü. Gülsün mü, ağlasın mı düştüğü duruma. Dönünce de anlatmış gafını kocasına. Gülüşmeler yükselmiş deniz kıyısından.
Gerard anlatamıyordu bile olup biteni kahkaha nedeniyle. Bu arada içkisi genzine kaçmış, gülmeyi bırakmış, öksürmeye başlamıştı. Kızı lafa karıştı. “ Anne! Söylesene bakkal nasıldı?” Joelle, gülerek yanıtladı: “ Yakışıklıydı; iri siyah gözleri kocaman açılmıştı.”
Bardaklarımız boşalmıştı bu arada. Lokantadan da kızarmış balık kokusu geliyordu. “ Haydi, gidelim. Balıklar soğumasın,” dedi Joelle. Neşe içinde tuttuk lokantanın yolunu. Masa hazırdı. Her şey mükemmeldi. Beyaz şarap da getirildi sofraya. “ Erkek ” sözcüğü düşmüyordu dillerden. Gülüşmeler sürerken, ben de anlattım, Fransa’da başıma gelen, buna benzer bir olayı:
Tekel bayiine girmiştim. Tereklerde bin bir çeşit sigara vardı. İlk kez sigara alıyordum ve markalardan hiçbirini tanımıyordum. Parası da önemliydi benim gibi bir öğrenci için. Bunlar bir yana, nasıl isteyecektim? Ana sorun buydu. Paketleri inceliyordum sürekli. Üzerinde bayan resmi bulunan birine takıldı gözüm. Adı “Fransez”. Telaffuzu da oldukça kolay bir sözcüktü. İyi de içimi nasıldı acaba? Ayrıca fiyatı da belirtilmemişti. Kararsızdım. Tam o sırada bayi,  “Buyurun” dedi. Bir Fransez kaç para, deyiverdim. Adam şöyle bir irkildi. “ Bana ne soruyorsun? Çık dışarı, git kendisine sor” demez mi sert bir ses tonuyla. Aptallaşıp kaldım. Ne yanıt vereceğimi de bilemedim. Bir paket Fransez desem, olacakmış ama bir Fransez deyince, iş karışmış. Ben sigara yerine meğer bir Fransız kadınının fiyatını sormuşum.
Kahkahalar birbirine karıştı lokantada. Duvarlarda yankılandı seslerimiz...

             

KAYBOLAN BİR GELENEK: MARTDOKUZU




Gilindire’de çocukluk yıllarımda baharın gelişinin büyük bir coşkuyla kutlandığı “Martdokuzu” adı verilen bir bayram vardı. Bu şenlik, tarım ve hayvancılıkla geçinen atalarımızın gerek kendileri gerekse hayvanları için çetin kıştan kurtuluşu simgelemekteydi. 21 Mart’tan itibaren artık karakış geride kalıyor, aydınlık artıyor, hava ısınıyor, toprak uyanıyor ve bereketli günler tekrar geliyordu. İşte bu nedenle de bir dönüm noktası, bir bahar bayramı olarak coşkuyla kutlanırdı “Martdokuzu”.
Bayram arifesinde, önce evlerde temizlik yapılırdı. Başka yerlerden kazılıp getirilen beyaz toprakla evin ocaklığı, iç duvarları ve tabanları yeniden sıvanırdı. Sonra evlerin önü süpürülür, çeşme ya da kuyulardan getirilen suyla da aklanıp paklanırdı etrafı.
Bayram sabahı en güzel elbiseler giyilir; genç kızlar Martdokuzu’ndan üç gün önce gül dibine sakladıkları rengârenk iplikleri çıkarıp kendilerine bilezik yapar, erkek çocuklar ise kırmızı beyaz iplik dolardı orta parmaklarına. Köy halkı, yediden yetmişe, yiyecek ve içecekleriyle mezarlıkta toplanıp azık karıştırırdı. Herkes kendi akrabasının mezarındaki otları yolar sonra da mezarların üzerine su boca ederdi. Çocuklarsa çam dallarına kurulan salıncaklarda sallanıp eğlenirlerdi. Gömütlük bir eğlence alanına, bir piknik yerine dönerdi.
Küslerin barışmasına, insanların kaynaşmasına olanak sağlayan bu buluşma, kardeşçe bir arada yaşamanın, paylaşmanın bir simgesiydi. Ayrıca geleneklerin sürmesine aracı olması, törelerin kökleşmesi ve toplumsal barışın sağlanması yönüyle de işlevseldi.
Daha sonra hep birlikte dere ve deniz kenarına gidilir; ateş yakılır, pikniğe orada devam edilirdi.  İnsanlar ateş ve su üzerinden atlardı. Bu arada deniz ya da dereye girenler de olur,  yıkananlar birbirlerine su serperdi.
İşte tam o günlerde, çıplak taşlı yamaçlarda, çalılık ya da çamları kesilmiş orman arazilerde, “nevruz çiçeği” adı verilen bir çiçek açardı. Bu çiçekleri uğur getirdiği inancıyla, kitap ya da defter sayfaları arasında kurutur ve saklardık.
Şimdi düşünüyorum da o yıllarda yalnızca bir eğlence ve dileklerin gerçekleşmesi için yapılan bir etkinlik olarak gördüğüm Martdokuzu kutlamaları, İslamlık öncesi Türk kültlerinden birçoğunun izlerini barındırıyormuş meğer bünyesinde. Bilindiği gibi, kült yüce ve kutsal bilinen varlıklara karşı duyulan saygı ve minnettarlığın gerektirdiği eylemleri gerçekleştirmektir.
Bilinen en eski devirlerden beri Türklerin yaptıkları törenlerde ataya saygı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Martdokuzu kutlamalarındaki gömütlük ziyareti, atalar kültünün bir gereği olmalıdır. Atalar kültünde ölen atanın ruhunun yeryüzünde kalacağı, bir takım üstün güçlerle donanacağı ve geride bıraktıkların hayatlarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceği inancı vardı. Bu nedenle ata ruhu yüce ve kutsaldı, ona saygı gösterilirdi.
Bu inanç yalnızca ataların gömütlerini değil aynı zamanda onların ocaklarını ve kullandıkları eşyalarını da kutsallaştırılmıştır. “Ata yadigârına” sahip çıkmanın ve onu korumanın önemi işte bu kültte yatmaktadır.
Türk kültüründe ateş, Tanrının bir armağanı olarak kabul edildiği için çok önemlidir. O, yaşamın, aydınlığın, kötülükten korunmanın, temizliğin, bolluk bereketin, aşkın, çoğalmanın, sağlığın simgesidir. Güneşin yeryüzündeki temsilcisi olduğu inanılan ateşe tükürülmez, ateş su ile söndürülmez, ateşle kesinlikle oynanmaz. Ateşin kötülükleri kovduğuna, hastalıkları yok ettiğine inanılır. Yaraları dağlamak, kuşun dökmek, eve gelen ağır misafirlerin ocağın yanına oturtulması da sanırım bu inançtan kaynaklanmaktadır. Ayrıca ateş toprağın uyanmasının da simgesidir.
Ateş ya da ocakla ilgili olarak dilimizde, “Ocağı sönesice!”, “Ocağına incir ağacı dikilsin!”, “Ocağında baykuşlar ötsün!”, “Ocağı batsın!”, “Ocağım söndü”, “Ocağı kör kalmak”, “Ocağı tütmek”, “Baba ocağı” gibi çok sayıda deyim de var. Bu nedenle evde ateşin yanmasına ve ocaktan duman çıkmasına çok önem verilir.
Günümüzde yayla köylerimizde çakal pavkırması ya da köpek uluması karşısında ocaktan ucu yanmakta olan bir odun alınır ve fırlatılır. Böylece olası bir felaketin o evden uzaklaştırılacağına inanılmaktadır.
Demek ki ateş üzerinden atlamak da ateş kültü ile ilgili olup, kötülüklerden arınmak için yapılmaktaymış.
 Suya gelince o, arınma, sağlık, huzur ve dileklerin kabul edilmesinde aracı olarak kabul görmektedir. Yola çıkanların arkasından, önce sağ salim yerlerine ulaşması ya da geri dönmesi dileğiyle su dökülmesi bundan olmalı. Martdokuzu kutlamalarında su üzerinden atlama, insanların birbirlerine su serpmesi, suya bakma, soğuk su ile yıkanma da su kültünün bir devamıymış.
 Ne yazık ki böylesine anlamlı, katıksız bir kültür öğesinin yaşaması için gereken özeni gösteremedik ve onu tarihin derinliklerine gömdük.
Ülke genelinde de durum aynı değil mi? Her nedense kültürü koruma bilincinin geliştirilmesinde yeterli başarıyı gösteremiyoruz.
Eğer boşalan kültür kaplarımızı kendimiz doldurmaz da başkalarının doldurmasına izin verirsek, gün olur ulusal kültürümüzün yerini küresel kültür alıverir. Bunu düşünmek bile korkunç! Ya bir de o günleri yaşarsak, ne olur halimiz?


ELİMİZ BOŞ DEĞİL



          Çelengileri yer yer düşmüş, balkonundaki tahtaların bir kısmı çürümüş, toprak damı yağmurlu günlerde akan, yeniden topraklanıp loğlanması gereken, iki katlı bir taş ev miras kalmıştı babamdan. Kıyısında köşesinde, musandırasında, tavandaki merteklerde, pardıların arasında yığınla anı gizliydi.
Ben bu evde doğmuşum. Salıncağımın kullapları çakılı duruyor latanın birinde. İki gözlü, tabanı ve duvarları çamurla sıvalı evimizin içinde dolaşırken, ana baba kokusu doluyordu ciğerime.
            İki gözlü bir de ahırımız vardı; birine hayvanlar bağlanır ötekine de saman dökülürdü. Ahırın üstünde, yuvağa oturmuş, düşünüyordum. Kasaba yavaş yavaş kentleşiyordu. Bundan sonra ahır ne işimize yarayacaktı? Ne öküzümüz vardı ne de samana ihtiyaç.
            Anam ve babamın acı tatlı günlerini geçirdikleri bu eski evi yıktırmaya da gönlüm razı olmuyordu. Yıkılırsa, bir yığın anıyı alıp götürecekti. Tek çıkar yol onu onartmaktı. Eskiyi onarmanın yenisini yaptırmaktan hem daha zor hem de daha pahalı olduğunu duymuştum. İstendiği kadar bakım yapılsın, bu evin süslenip püslenmiş yaşlı bir kadından farklı olmayacağını da biliyordum. Ne olursa olsun diyerek kararımı verdim. İnşaattan da hiç anlamıyordum; öncelikle iyi bir usta bulmalıydım. Ağustosun kavurucu sıcağında, sahilde usta bulmak hiç de kolay değildi. Toroslar'ın zirvesinde, Taşoluk’ta, buldum aradığım kişiyi. Konuşup anlaştık ama yapı için gerekli gereçleri yoktu. “Testere, keser, kerpeten, kalıplık tahta ve birkaç beşon satın alınacak” dedi usta. Diğerlerini anladım da “birkaç beş on” ne demekti?  “ Beş mi, on mu, kaç tane ve ne alacağız” diye sordum ona. Bastı kahkahayı sonra da açıkladı beşonun ne olduğunu.
            Ertesi gün malzemeyi aldık; iki de tanıdık işçi buldum. Öncelikle tahta balkon yıkılacak ve yerine beton olanı yapılacaktı. İki gün içinde pabuçlar döküldü. Kalıplar çakıldı, demir döşendi. Kum ve çimento da hazırdı. Beton dökmeye gelmişti sıra. İki işçi daha gerekiyordu. İşçilerden biri “ Benim tanıdıklarım var, yarın gelirken onları da getiririm” dedi. İşçi bulmak da zordu, çok kişinin işsiz olduğu bu şehirde. Bu sorun da çözümlenmişti, artık içim rahattı.
            Sabahleyin kalkıp geldiğim zaman, iki işçi ile bir de usta vardı harcı karan. “ Ne oldu, tanıdıklarını bulamadın mı” diye sorunca, aldığım yanıt karşısında şaşırıp kaldım: “ Bu sıcakta çalışılır mı” demişler.
            Çarşıya gittim. Kimin çalışıp çalışmadığını bilmiyordum; kendi ilçemde hem yerli hem de yabancıydım. Bir kahvehaneye girdim. Beş ya da altı masa vardı. Hepsi de doluydu, sabahın erken saatinde. Tilki kaçırtacak kadar da duman vardı o küçük mekânda. Herkese “Çalışır mısın” da denmezdi. İşçi olmak, alın teriyle para kazanmak ne ayıp ne de onur kırıcı bir işti ama ters bir yanıt almaktan korktuğum için, kahveciye sordum kimin işçilik yaptığını. Köşedeki masada iskambil oynayanları gösterdi parmağıyla.
            Yanlarına varıp bol şans diledikten sonra, beton dökmek için iki kişiye gereksim duyduğumu belirttim. Üçü, kâğıttan başını kaldırıp yüzüme bakmadı bile. Dördüncüsü yanıtladı beni: “ Abi, çalışırdık ama elimiz boş değil.” Tepemden kaynar sular döküldü.
            Birisi yazık dese, ağlayacaktım. Sinirlerim tepemde döndüm çalışanların yanına. “ İşçi bulamadım. Herifler kağıt oynuyor, bir de elimiz boş değil diyorlar. Beni yarı yolda bırakmayın. Üçünüz dökün betonu, size yarımşar yevmiye daha vereyim,” diye önerdim. Kabul ettiler. “Bunlar böyle,” dedi işçilerden biri ve ekledi “ Çay parası bile yoktur ceplerinde, çıkarken de yazdırırlar.”
            Hava kararmak üzereyken bitti beton işi. Çalışanlar, terleri soğumadan, aldı paralarını. Onlar da memnundu, ben de...  

IRMASAN YAYLASI




             Yaz gelince sivrisinekler cirit atardı Gilindire’de. Bu nedenle ilkyazda göçülürdü yaklaşık bin metre rakımdaki bir vadide kurulmuş Irmasan yaylasına.  Koyağın her iki yamacında küçük sekiler, meyve ağaçları ve üzüm bağları vardı. Yakalara serpiştirilmişti evler. Herkesin evi de kendi bağındaydı. Tek gözlü, toprak damlı taş evler. Her birinin önünde, üstüne pelit dalları atılmış, yanları yine pelitle örülü talvar denilen bir gölgelik. Elektrik de yoktu, su da. Aşağılardaki pınarlardan bakır helkelerle getirilirdi içme ve kullanma suyu.
   Kışlık yiyeceğin büyük bir bölümü yaylalardan temin edildiği için halkın hemen hemen hepsi yazın Irmasan’a, Libas’a ve Şeyhömer’e göçerdi. Orada sergi zamanı üzüm kurutulur, bulgur pişirilir, fasulye, erik, elma ve armut kakı yapılır ve tüm bunlar toprak damlara serilirdi. Bağ bozumunda, üzümler kesilir ve sepetlerle şıhranaya (şırahane) taşınır, üzümler çiğnenir, elde edilen şıra iri pekmez tavalarında kaynatılırdı. Kışın gelen misafire cevizli akide ikram etmek gelenekten olduğu için, tavada bir miktar pekmezi daha fazla kaynatırlar böylece bazen koyuluğundan içinde tahta kaşık kırılan akide yaparlardı. Pekmezler derilere konur birkaç kez merkeplerle Gilindire’ye taşınırdı.
          Yük gemisi iki haftada bir uğrardı Gilindire’ye. İşte böyle zamanlarda bir hareketlilik gözlenirdi iskelede. Bunun dışında kasaba, hayalet kente dönerdi. Birkaç memur ve esnaftan başka kimse kalmazdı sahilde.
              Geminin getirdiği tekel maddesi, gazyağı ve kalay, kayıklarla taşınırdı kıyıya. Boşaltılan yükün yerine de mevsimine göre üzüm, pekmez ve harnup yüklenirdi. Hamalların, tekne sahiplerinin cebi ancak o zaman para görürdü.
           Gemi umuttu, işti, aştı kasabalılar için.  Gelişi kasabada bayram havası estirirdi. Tekneciler, sandalcılar, hamallar dört gözle beklerdi onu. Veresiyeciler de, “Vapur gelince öderim” diyerek ikna ederdi bakkalı, kasabı. Haber bile salınırdı yaylaya göçenlere, gemiden onlar da nasiplensinler diye. Yük gemisinin geleceği duyulunca erkekler, altlarında eşekleri, yayladan gece yarısı, ayışığında ya da karanlıkta yola çıkardı.
            Çocuklar, yeniyetmeler, gençler, belinde azık, elinde sukabağı, sabahın köründe sığır gütmek için yollara düşerdi. Akşamı da dört gözle beklerlerdi bir araya gelip gıncırdağa binmek için.
   Hayvanları bağlarlar, yemeklerini yerler sonra da koşarlardı Bozuk bağa. Çalılar toplanır, ateşler yakılırdı. Bir cayırtı koyuverirdi havaya yükselen alevler. Bu bir çeşit haberleşmeydi yayladaki gençler arasında. Ateşi gören koşup gelirdi. Sürekli çalı çırpı, dal, odun atılırdı ateş harlı olsun diye. Bir kızıllık çökerdi karanlık vadiye. Çevreden, kurt ulumaları, çakal pavkırmaları, köpek havlamaları karışırdı onların gürültüsüne...

KARANLIKTAKİ SUSUZ GİLİNDİRE



           Gilindire evleri genellikle tek katlı, düz toprak damlı taş evlerdi. Tavanlarında, duvardan duvara mertekler uzatılır, üstüne pardı döşenir ve pür ile kaplandıktan sonra toprakla örtülür ve loğlanırdı. Duvarlar çamurla sıvanırdı. Taban, ev sahibinin ekonomik durumuna göre değişirdi; kimi toprak kimiyse tahta döşeliydi. Evler genellikle iki oda ve küçük bir sofadan oluşurdu. Odalar holün sağ ve solunda musandıra  denilen 3x3 ebadında ahşap bölmelerle ayrılırdı.
Odalardan birinde bir ocaklık bulunurdu. Yemek bu odada pişirilir, burada yenilirdi. Kasabada elektrik yoktu. Ocağın üstündeki tahta lambalıkta duran gaz lambasıyla aydınlanırdı oda.
Yere genellikle çul sererler, duvar diplerinde küçük minderler ve arkalarında ucu oymalı yastıklar ya da içine hasır basılmış halı yastıklar bulunurdu. Yerde yatılır sabahleyin yataklar toplanıp yüklüğe kaldırılırdı.
Tuvalet, bahçenin bir köşesinde derme çatma, çoğunun kapısında da bir çul parçası. Bahçede bazen evin altında ahır ve samanlık bulunurdu. İki katlı evlerin üst katında tahta balkon ve bir kenarında ise dama çıkmak için bir merdiven vardı.
O yıllarda her aile ekmeğini kendisi yapardı. Kadınlar hamur yoğurur, ekmek yapardı. Yapamayan ya da parası olan fırından satın alırdı ekmeğini.
Evlerde su da yoktu. Kullanma suyu kuyulardan, içme suyu ise çarşıdaki çeşmeden testilerle getirilirdi. 
Büyükalan ve Küçükalan tarıma ayrılmıştı. Buralarda arpa, buğday, mercimek ve burçak ekilirdi. Erkeklerin çoğu işsizdi; kimi çarşıda Gülnar’dan kum yüklemeye gelecek kamyonu bekler, kimi balığa çıkar kimi ise kahvehanelerde kâğıt oynardı.
Tarlada genellikle hanımlar ile delikanlılar çalışırdı; hayvanlarla uğraşmak da onların işiydi.
Gilindire’de fakir ve zengin sayısı oldukça azdı. Her aile kendi yağıyla kavrulur, geçinip giderdi. Komşuluk ilişkileri çok iyi düzeydeydi. Birisi ödünç bir şeyler istemeye geldiği zaman, geri çevrilmezdi.
Telefon yoktu, okuryazar azdı. Bir kişi, emanet bir şey ya da borç para istediği zaman, kendisi gidemezse, kendisine ait ve karşı tarafın tanıyabileceği ( kol saati, mendil, tespih, kimlik vb.) bir eşyasını bir aracı ile gönderirdi. Aracı bu eşyayı karşı tarafa ulaştırır ve gönderen kişinin selamını ve ne isteğini söylerdi. Aracının getirdiği nesneye dutu denilirdi. İhtiyaç giderilir ve dutu iade edilirdi. Dutuyu geri göndermemek çok ayıptı ve görgüsüzlük olarak kabul edilirdi.

Sayısı oldukça az olan esnafın da halk ile ilişkileri çok iyiydi.  Alışverişlerde söz yeterli ve geçerliydi.  İnsanların birbirine güveni tamdı. “Söz, namustur” ilkesinden asla vazgeçilmezdi.